Tamu

Kurşun Lahdin eritilmesinden dört yüzyıl kadar önce, Halife MansurHazretleri düşünde gökten kayan iki yıldız görmüş, meğerse bunlar Harut veMarut adlı iki melekmiş. Ademoğulllarının dünyada döndürdükleri işleri merakettikleri için göğün en yüksek katının izniyle gece yere iniyor, şafak söküncede esrarengiz bir beyit okuyup tekrar eski yerlerine yükseliyorlarmış. Ne varki günün birinde ölümlü bir kadına âşık olmuşlar. Kadın da bunları serhoş edipgöklerin kapısını açan beyiti ağızlarından almış. Esrarengiz sözleri söylersöylemez yükselmeye başlamış, ama yarı yolda diğer melekler onu çarpıp biryıldız yapmışlar. Bu yıldızın adını Zühre koyduktan sonra, Harut ve Marut'usaçlarından bir kuyuya asıp cezalandırmışlar.Sabah olunca, Halife Mansur Hazretleri atına atlayarak düşünde gördüğübu kuyuyu arayıp bulmuş. Yaklaşıp baktığında dibinde kendi aksini görmüş.Sudaki aksi ona, "Ey Mansur. Sonunda geldin. Nice zamandır burada senibekliyordum. Ben senin aksin değil, ikizinim. Sana ilim vereceğim, amayalnızca bir tek şey sorabilirsin. İyi düşün ve bana sadece bir soru sor,"demiş. Halife Efendimiz de havsalasını zorlayıp iyice düşündükten sonra, "Banadünyadaki herşeyi göster," demiş. Kuyunun ayna gibi parlak sathında o an,dünyanın o güzelim sureti görünüp kayboluvermiş. Halife Mansur'un kamaşangözlerine yeniden nur geldiğinde, az ötede akan ırmağa, Dicle'ye bakıp buradabir şehir kurmaya and içmiş.Yüzbin işçi yirmi yıl çalışıp o dairevi şehri, bugünkü Eski Bağdat'ıdünyanın suretine uygun olarak bu yüzden inşa etmişler. Merkeze el MansurCamii ile bir saray kondurup etrafına gökyüzündeki on iki burcun timsali olanon iki devlet binasını dikmişler. Dünyayı çevreleyen Kaf Dağı yerine, bu şehritam bir daire şeklindeki bir surla kuşatmışlar. Sonunda burası HalifeEfendimizin kuyuda gördüğü surete fazlasıyla benzemiş. Barışın hüküm sürdüğübu şehre Madinetü's Selam denmiş. Gelgelelim şehri kurmakla yükümlü ikimimardan biri işi gücü bırakıp, Bağdat'ın kuruluşunu anlatan bu masalı kurmuş.O gün bu gündür, bu masala İlk Bağdat Masalı denir.Gassal'ın sırrını açıklayan esrarengiz yazıları incelemkle meşgulbilginler, yaşadıkları bu şehri iki mimardan hangisinin kurduğuna kararveremiyorlardı. Dünyanın suretine göre dairevi şekil verilmiş olan EskiBağdat, giriş yasağına rağmen definecileri, tılsımcıları ve serüvencileri,sözün kısası dünyanın binbir haline âşık binbir türlü insanı bir girdap gibikendine çekiyordu. Geceleyin surlarını gizlice aşanları, yarıçapında geleceğigören kahinleri, ellerinde usturlabla yer tayin eden definecileri, mıknatıstaşıyla ay tozları toplayan simyacıları yutuyor, geriye masallarınıbırakıyordu. Bunlar İlk Bağdat Masal'ına ekleniyor, kâhinin, simyacının vedefinecinin boynu vurulmuş bedenleri yeraltında yatarken, ruhları bumasalıncüzleri olarak ay altında dar sokaklarda dolaşıyordu. Yeri geldiğinde lambaiçlerine, halı püsküllerine siniyor, fırsat bulduklarında ise yeni düşlere vetasarılara girip yeni masallar yaratıyorlardı. Yaşayan vârisleriyle ilk mimarne kadar köşk, kasır, kâşane ve saray yaparsa yapsın, Bağdat'ı ikinci mimarkadar büyütemiyordu.

Bilginlerin esrarengiz yazıları incelediği Darüssena, simyacıların,madrabazların ve daha nicelerinin düş gücünü azdıren bu dairevi şehrin Basrakapısının karşısındaydı. Bu binanın zemin katında, kendi kendine işleyenaygıtların yapıldığı, altını iki katına çıkaran formüllerin sınandığı,akıllara durgunluk veren silahların denendiği işlikler vardı. Burada aletlerinyayları kurulur, sarkaçlar koyverilir, pergeller döner, imbikler fokurdardı.İkinci katta ise bu âlemin gidişatına yön veren ilkeler incelenirdi. Hastamadenleri, saf halleri olan altına dönüştürecek eliksirin hassaları, kızistemek ve savaş açmak için uygun zamanları gösteren takvimlerin ayrıntıları,gezegenlerin tuzlar üzerindeki etkileri burada tartışılır ve sonucabağlanırdı. Üçüncü ve son kat ise, rafları kitaplar ve parşömenlerle tıka basadolu olan o kadar muazzam bir kütüphaneydi ki, burada Halid bin Yezid'in"Firdevs el Hikme"sini bulmak bile mümkündü. Bu binada ayrıca çatıdan bodrumakadar inen ve ağzında sağlam bir kapak bulunan bir "kuyu" vardı. On kulaçderinliğinde olan bu kuyunun dibinden gökbilimciler, bir düzenekle kapağı açıphava aydınlıkken bile yıldızları gözleyebilirlerdi. Küçük bir kalegörünümündeki Darüssena'ya bir casusun ya da parmağında zehir dolu bir yüzüklebir intahar fedaisinin sızması mümkün değildi. Çünkü buranın bir tek kapıdanbaşka girişi yoktu. Gündüzleri tavandaki delikten giren güneş ışığı aynalarvasıtasiyle bütün odalara, işliklere ve hücrelere yansıtılırdı. Kundakçılarave fedailere karşı türlü tuzaklar geliştirilmişti. Damda, avluda ya da içeridesık sık, ya Zühre'nin ışığının erbezlerini patlattığı bir Moğola, ya da mizaçdengesi bozulup gözleri taşa dönüşmüş bir Gazneliye, yahut madeni şişelerehapsolmuş Karmatlılara rastlanırdı.Bilginler, kurşun lahitten kalıbını aldıkları anlaşılmaz yazıları işteböyle bir yerde inceliyorlardı. Sabahtan bu yana kafa patlatmalarına rağmenvarabildikleri yegâne sonuç bunun, içinden kolayca çıkılabilecek bir işolmadığıydı. Esrarengiz metin şu ifadeyle başlıyordu:

"Hakikatin Efendisi günahkâra şöyle dedi:
'Sagdakilerin en üstünden soldakilerin enaltına inersen cehennemin kapısını bulursun''.

"Cehennemin kapısı", bilginlerin bir çoğunu korkutmamış değildi.Gelgelelim taşıdıkları muskaların onları bu uğursuz ibareye karşı koruyacağıapaçıktı. Yine de akıllarına binbir türlü düşünce geldi. Yazıldığına göreahrette, cennetlikler Peygamber Efendimizin sağına, cehennemlikler ise solunatoplanacaktı. Öyleyse sağdakilerin en üstünü ve şereflisi, soldakilerin enalçağı ve soysuzu olduğunda cehennemin kapısı ona açılacaktı. Buraya kadarherşey makul görünüyordu, fakat metnin geri kalan kısmına nasıl bir anlamvermek gerekecekti? Çünkü, Hakikatin Efendisinin sözünden sonra, tuhaf birYunancayla yazılmış bir metin başlıyordu:"en toutois e aitia tes melainas kolesesti filia kai o sitos o skleros. outos, nosogignetai e lupe en tuma kai en somati melainakole. aute kole mekanetai malista ton karkinonen geronti kai filomania en neania, osper outosfrontizei ten filen, siopei de dia tes emeras. oporos tou nosou melainas koles d'esti me melein,upaluskein de epitumia kai diagein radios, anagkeestein kuamon kai labraka, etera esti kakos.frontizetin dei ton kalon tina."Yunanca bir tıp kitabından alınmışa benzeyen bu metni bilginler şöyletercüme etmişlerdi:"Bu kilerde melankolinin nedeni aşk vekuru gıdadır. Böylece bu hastalıkta rufta kederve bedende kara bir safra oluşur. Bu kara safrayaşlılarda urlara, gençlerde ise aşk deliliğineyol açar, öyle ki, genç gün boyunca sevgilisinidüşünür ve susar. Melankoli hastalığının çaresiise kaygılanmamak, tutkudan kaçınmak ve rahatyaşamaktır. Baklagillerden ve lezzetli balıklardanyemek gerekir, başkaları kötü gelebilir. İyi birşeyi düşünmek icab eder."Melankolinin nedenlerini ve sonuçlarını açıklayan, tedavi ve perhizusulleri hakkında bilgi veren bu metin bilginlerin kafasını iyice karıştırdı.Bazıları bizzat bu hastalığın cehennemin kendisi olduğunu düşündüler. FakatGassal'ı yenilmez kılan güç, bu hastalığın neresinde olabilirdi? Sonundaiçlerinden biri, melankolinin de bir tür delilik olduğunu, herkesin bildiğigibi bazı delilerin olağanüstü güçlü oldukları için zincirle zorbelazaptedildiklerini söyledi. Gassal'ın Cabir'i deli kuvvetiyle yendiğine öncehiç kimse inanmak istemedi. Gel gör ki bir süre sonra, başka bir açıklamabulamadıklarından bu fikre sarılmak zorunda kaldılar ve olağanüstü birüzüntünün inanılmaz bir kuvveti nasıl sağlayabileceğini bulmaya çalıştılar.Öğle vaktine kadar henüz bir sonuca erişememişlerdi.

İhsan Oktay Anar/1996

Hiç yorum yok: