Atlantis



Eski Yunanistan’da yaşamış bir ozan olan Solon’un rivayet ettiğine göre Mısır yakınlarında Saitikos denen bir ülke vardı.Buranın halkına göre ülkeyi kuran bir tanrıça olup,ona kendi dillerinde Neith adını uygun bulmuşlardır.Salamis uzun bir yolculuktan sonra onların memleketine vardığında,halk tarafından pek şatafatlı karşılanmış ve ilgi görmüş.Onların arasında uzun bir süre de ikamet edip kendilerinden üstün olan bir çok bilgiyi öğrenmeye çabalamıştır.
Bir seferinde onlara eskilerden söz açmaya sürüklerken,önce kendi inanışlarına göre ilk insanın yaradılışını,tufanın çıkıp onları kurtaran adamı anlatmaktayken bir rahip onun sözünü yarıda kesip,”Ah Solon,Solon”demiş..”Siz Helenler her zaman çocuksunuz,sizin memleketinizde hiç bilge yok!”Bunun üzerine Solon,”bununla ne demek istiyorsunuz?”diye sorunca,rahip ona,”Sizin hepinizin ruhları çok genç diye cevap vermiş, çünkü kafanızda ne bir eski geleneğe dayanan , öteden beri edinilmiş fikir ne de zamanla ağarmış bir bilginiz var. Bunun sebebi şudur . İnsanlar birçok şekillerde yok edilmişler daha da edileceklerdir. En büyük felâketler ateşle sudan gelmişti , ama bin türlü başka sebeplerle meydana gelen daha küçük felâketler de vardır. Sizin memleketinizde de bir gün babasının koşu arabasını koşturup yine aynı yoldan süremeyince yeryüzündeki her şeyi yakan , kendisi de yıldırımlarla vurulup ölen Helios’un oğlu Phæton’un hikâyesi gerçekten bir masal gibi anlatılır , ama hakikat şudur ki , gökte dünyanın etrafında dönen gök cisimleri bazan yollarından şaşarlar , uzun aralıklarla meydana gelen bir tutuşma yeryüzündeki herşeyi mahveder. O zaman dağlarda , yüksek kuru yerlerde oturanlar , şehirlerde , deniz kenarında oturanlardan daha çok mahvolurlar. Fakat , Nil , her zamanki kurtarıcımız olan Nil , taşarak bizi bu felaketten de kurtarıyor. Bunun aksine Tanrılar , bir tufanla dünyayı yıkadıkları zaman yalnız dağdaki sığırtmaçlarla çobanlar kurtuluyor, ama sizin şehirlerin ahalisini nehirler alıp denize sürüklüyor. Halbuki bizde sular hiç bir zaman ovalara yükseklerden gelmiyor, her zaman tabiî bir şekilde toprağın altından çıkıyor. İşte burada en eski adetlerin bundan dolayı korunmuş olduğu söyleniyor. Fakat gerçek şudur ki : kendilerini kaçıracak kadar şiddetli bir soğuğu da yakıcı bir sıcağı da almayan bir yerde , her zaman az ya da çok insan vardır. Hem sizde olsun , bizde olsun , , yahut da adını duyduğumuz başka bir ilde olsun , güzel , büyük , yahut da başka bir bakımdan ilgiye değer bir şey meydana gelmişse bütün bunlar , en eski çağlardan beri burada tapınaklarda duruyor , böylece de korunmuş oluyor. Sizde ve başka uluslarda tam tersi , daha yazmayı ve devletlere lazım olan her şeyi öğrenir öğrenmez , gök yüzünün suları belirli bir zamandan sonra , bir hastalık gibi sağanak halinde üzerinize yağıyor , içinizden okuyup yazması olmayanlarla cahillerden başkasının kurtulmasına meydan bırakmıyor ; o kadar ki toy çocuklar gibi kendinizi yeniden , hareket ettiğiniz yolun başında buluyor , eski zamanlarda , burada , kendi memleketinizde olup bitenlerden hiç bir şey bilmiyorsunuz ; çünkü Solon , yurttaşlarının biraz önce saydığın soyu sopu , sütnine masallarından pek farklı değildir. Her şeyden önce daha eskiden bir çok tufanlar olduğu halde siz , bir tek kara tufanını hatırlıyorsunuz ; sonra insanlar arasında görülen en güzel ve en iyi soyun sizin memleketinizde doğduğunu ve kendinizin , senin de bugünkü devletinizin de , felaketten kurtulabilmiş bir tohum sayesinde o soydan geldiğinizi bilmiyorsunuz. Bilmiyorsunuz , çünkü felaketten kurtulabilenler , bir çok nesiller boyunca , hiç bir yazı bırakamadan ölüp gittiler. Evet , Solon , bir zamanlar suların sebep olduğu en büyük felaketlerden önce , bugün Atina adı verilen devlet , savaştan yana en yiğit , her bakımdan ölçülemeyecek kadar da medeni bir devletti : Göğün altında sözünü işittiğimiz en güzel şeyleri başaran , en güzel siyasa kurallarını icat eden odur , diyorlar.”
Solon’un anlattığına göre , bunları duyunca şaşakalmış , rahiplerden eski yurttaşlarına dair ne biliyorsa hepsini dosdoğru , hemen kendisine anlatmasını rica etmiş . Bunun üzerine ihtiyar rahip cevap vermiş :
“ İsteğini yerine getirmememe hiç bir sebep yok , Solon , bunu senin hatırın için olduğu kadar yurdunun hatırı , hele sizinki kadar bizim ilimizi de koruyan , onları büyütüp yetiştirmiş olan tanrıçanın hatırı için de yapacağım. O tanrıça ki , sizin ili bizimkinden bin yıl önce , toprak ile Hephaistos’tan aldığı bir tohumla vücuda getirmişti, kutsal kitaplara göre , bizim ilin kuruluşundan beri sekiz bin yıl geçmiştir. Demek oluyor ki sana dokuz bin yıl önceki yurttaşlarının kurumlarını , onların en şanlı başarılarını kısaca anlatacağım. Başka zaman vaktimiz olunca bunların hepsini yeni baştan sıra ile teker teker ele alırız.
Biz burada ilinizin hayranlık uyandıran büyük başarılarından bir çoğunu yazılı olarak saklıyoruz . Ama bunların içinde bir öylesi var ki büyüklük , kahramanlık bakımından hepsini geride bırakıyor. Gerçekten eski yazılar , vaktiyle ilinizin , büyük Atlas denizinin ötelerinden gelip Avrupa ile Asya’ya küstahça saldıran koskoca bir devleti yok ettiğini söylüyor. O zamanlar bu koca denizden geçilebiliyordu ; çünkü sizin Herakles Sütunları dediğiniz o boğazın önünde bir ada vardı. Bu ada Libya ile Asya’nın ikisinden daha büyüktü. O zamanlar oradan başka adalara , oradan da karşılarında uzanan ve gerçekten adını hak eden denizin kenarındaki bütün kıtaya ulaşılabiliyordu. Çünkü sözünü ettiğimiz boğazın iç tarafı , girişi dar bir limana benzer , dış tarafı ise gerçekten büyük bir denizdir. Etrafını çeviren kara parçası da gerçekten kıta denebilecek bir topraktır.
İşte bu Atlantis adasında , hükümdarlar , hakimiyetini bütün adaya , öteki adalara , hatta kıtanın bazı parçalarına kadar uzatan büyük , hayranlığa değer bir devlet kurmuşlardı. Bunlardan başka boğazın iç tarafında, bizim tarafta , Mısır’a kadar Libya’nın , Tyrhenia ya kadar da Avrupa’nın hakimi idiler. Bir gün bu devlet bütün kuvvetlerini bir araya toplayarak sizin yurdunuzu , bizimkini , boğazın iç tarafındaki bütün ulusları boyunduruğu altına sokmak istedi. İşte o zaman , Solon , iliniz bütün değerlerini , bütün kuvvetini dünyanın gözü önüne serdi. Cesaretten , savaş bilgilerinden yana öteki illerin hepsinden üstün olduğu için Hellenlerin başına geçti ; ama ötekiler kendini bırakıp çekilince bir başına kalan , böylece en tehlikeli duruma düşen iliniz istilacıları yendi , bir zafer anıtı dikti , şimdiye kadar hiç kölelik etmeyenleri kölelikten kurtardı ve bizim gibi , Herakles sütunlarının iç tarafında oturanları iyi yüreklilik ile serbestliğine kavuşturdu. Ama bundan sonra korkunç yer sarsıntıları , tufanlar oldu . Bir gün , bir uğursuz gecenin içinde , ne kadar savaşçınız varsa hepsi birden bir vuruşta toprağa gömüldüler. Atlantis adası da , aynı şekilde , denize gömülerek yok oldu. İşte bunun içindir ki , ada çökerken meydana getirdiği sığ bataklıklar yüzünden o deniz bu gün bile, geçilmez, dolaşılmaz bir haldedir."
Platon’un Timaios adlı eserinden..

Yaşlı Derviş

Sakalları ve saçları uzamış, ak pak.Bir elinde âsa, sırtında kalın bir aba,dağların zirvelerinde bir süre dolaştı durdu.Derken küçük bir dağ köyüne rast geldi.İlk gördüğü evin kapısını çalıp sofralarına oturdu. Korkak, ürkmüş toprak kokan ellerin bereketi, sofralarındaki ekmek. Keçi sütü, yoğurt, soğuk dağ suları, yağı alınmış dinsiz çökelek, biraz tereyağı hepsi, hepsi bu.Korku, doğaya sinmiş bir çakal. Açlık, avurtları göçertmiş bir yel. Çocukların kocaman gözleri, küçücük elleri ve yalın ayakları umarsız bir koşmaca köy meydanında.
Makaslanmış saçlarını okşadı çocukların.Birini arıyordu sanki.Belki de kendini arıyordu içlerinde. Bu dağ köyünde bir başına tek başına bıraktığı çocukluğunu arıyordu!..
İşte orada güneşten iyice yanmış, kararmış rüzgarla yarışırcasına koşuyor.“Masalcı geldi, Derviş geldi, koşun!”Takılıp diğer çocuklarla birlikte Dervişin ardına, kapı kapı dolaştılar. Derviş önde çocuklar ardında gelip söğüdün altına oturdular.
Derviş çocukların saçlarını okşadı. Onları sevdi, birini diğerlerinden ayırmadan. Her birinin gözlerinin içinde bir şeyler aradı. Akar sular kadar berrak, hilesiz gözlerinde onların kendisiydi aradığı.
Heybesinde her zaman bir somun ekmek ve geçtiği yollardan toplanmış yaban meyvaları olurdu. Neyi var neyi yok paylaştırdı çocuklara.En çok da sevgisini..henüz yeni ergen olmuş kızlara,kırmızı beyaz iplerle saç örgüsü yaptı, açılmasın diye de sonuna düğmek ataraktan.Genç kızların dileği yerini bulsun, evin bereketi olsun, seven iki gönül bir, canlar sağ, yollar açık, kimsecikler hasret çekmesin, gidenler dönüp evin yolunu bulsun diye.Bize; çocuklara masallar anlatırdı.Bir varmış bir yokmuş diyerekten başlar,nedense pireleri berber etmeden uzak dağ köylerinin yalnızlığa itilmişliğini ve kurt,çakal ulumalarına terk edilmişliğini anlatırdı.Bir zamanlar güzelliği ve özgün mimarisiyle dillere destan olan Harran şehri süslerdi masallarını.Muhtemelen yok olmaktan kurtardığı bazı eski Yunan elyazmalarını bağrına basmışdı.
Bizim yanımıza geldiğinde,işaret ederek:“Sen” dedi saçlarımı okşarken, “Bu bucak sana dar gelir, bu dağ,yayla seni tutamaz, engel olamaz. Seni uzun, uzak yollar bekliyor.”
Yüreğimi bir telâş bastı. Köyümü çok özleyecektim... Ana-babamı, çocukluğumu..Ağzımı açtım lakin bir şeyler söyleyemedim. Susamıştım o an, yutkundum. Kalkıp oradan gitmek istedim. Hemen yollara düşüp gidecekmişim gibi geldi bana, vazgeçtim ve bir daha yerimden kımıldamadan öylece kalakaldım.“Gün döner gece olur. Gün yırtıp her seferinde karanlığın bir yerini, ışık olur. Zaman akar devran döner. Gün güne eklenir ay, ay aya eklenir yıl olur. Çok düğün olur davullar vurulur. Hepiniz büyür er kişi olursunuz.”Başlamıştı masal.Ak sakalını sıvazladıkça bir ışık çakıp gözlerinde ışırdı. Birileri,dünden getirip masalı orada bırakmışlardı.O, onların bıraktığı yerden başlayıp anlatıyordu.“Her adım bir sonrakini çağırır. Her yürüyen menzile biraz daha yaklaşır. Bugün dünden, yarın bu günden güzel olur. İnsanoğlu aç bir kurda benzer. Gündüz gözü ile kümes talan eden tilkiye benzer. Bazen saf bir koyun gibi bıçaklara yürür.İnsanın en makbulü ise karınca gibi çalışanı. Bir olup birlik olanı. Aşını ekmeğini aslanın ağzından alanıdır.”Etrafında oluşan çember gittikçe büyüyordu. Çember büyüdükçe daha çok sokuluyorduk birbirimize. En içte çocuklar bağdaş kurmuş oturmuşlardı.Onların hemen arkasında yetişkin erkekler diz çökmüşlerdi, en dışta da kadınlar ayakta duruyorlardı. Kimsede ses yoktu. Hepimiz; çocuklar, genç kızlar erkekler, yetişkin erkek ve kadınlar pür dikkat onu dinliyorduk.“Yüreğin en makbulü” dedi.Sıra yüreğe gelmişti.“Sevmesini ve bağışlamasını bilendir. Sevmeyen yürekler, pas tutmuş demir gibidir. Bir işe yaramaz. Yollara düşenler, dağları aşanlardır. Gün olur, kan kardeşliği, yerini ter kardeşliğine bırakır. Gün olur, onların teri ve avuçlarının içindeki güller konuşur.Dağları saran, köy yollarını tutan bu miskinliğimiz, demir gibi erir, şekil alır gürz olur. Her bir sümüklü oğlan, her bir naçar kız, Ferhat olur, Şirin olur.Mevsim döner, yaz olur. Uğruna ölecek aşklar olur.Elmadaki diş izinden bu yana gülmedi insanlığın yüzü. Gülecek. Nar olup açacak. Gün olur yalanı, yılanı bir gülmece olur. O zaman gülecek insan.”Bakışlarıyla içeri girip yüreklerimizi tutuyordu sanki. Gözlerimizden okuyordu alnımızdaki yazgıyı. Her sakalını sıvazlayışıyla, ışıklanıp parıldıyordu gözleri ve bizi sarıp sarmalıyordu.“Sevmek zor iş. Sevmek emek ister” deyip bitirdi sözlerini. Akabinde,“Akşam olmakta, yollar bizi bekler, yollara düşme vakti” deyip hazırlanmaya başladı.Yaşlı ellerini toprağa basıp doğruldu. Heybesini omuzladı. Yollara düştü. İnce köy yollarında bir toz kalktı, bir toz duruldu. Derviş geldiği gibi gitti. Ardında bıraktığı kelamları,rüyalarımıza misafir olan masalları kaldı.


Efrasiyab..

Tamu

Kurşun Lahdin eritilmesinden dört yüzyıl kadar önce, Halife MansurHazretleri düşünde gökten kayan iki yıldız görmüş, meğerse bunlar Harut veMarut adlı iki melekmiş. Ademoğulllarının dünyada döndürdükleri işleri merakettikleri için göğün en yüksek katının izniyle gece yere iniyor, şafak söküncede esrarengiz bir beyit okuyup tekrar eski yerlerine yükseliyorlarmış. Ne varki günün birinde ölümlü bir kadına âşık olmuşlar. Kadın da bunları serhoş edipgöklerin kapısını açan beyiti ağızlarından almış. Esrarengiz sözleri söylersöylemez yükselmeye başlamış, ama yarı yolda diğer melekler onu çarpıp biryıldız yapmışlar. Bu yıldızın adını Zühre koyduktan sonra, Harut ve Marut'usaçlarından bir kuyuya asıp cezalandırmışlar.Sabah olunca, Halife Mansur Hazretleri atına atlayarak düşünde gördüğübu kuyuyu arayıp bulmuş. Yaklaşıp baktığında dibinde kendi aksini görmüş.Sudaki aksi ona, "Ey Mansur. Sonunda geldin. Nice zamandır burada senibekliyordum. Ben senin aksin değil, ikizinim. Sana ilim vereceğim, amayalnızca bir tek şey sorabilirsin. İyi düşün ve bana sadece bir soru sor,"demiş. Halife Efendimiz de havsalasını zorlayıp iyice düşündükten sonra, "Banadünyadaki herşeyi göster," demiş. Kuyunun ayna gibi parlak sathında o an,dünyanın o güzelim sureti görünüp kayboluvermiş. Halife Mansur'un kamaşangözlerine yeniden nur geldiğinde, az ötede akan ırmağa, Dicle'ye bakıp buradabir şehir kurmaya and içmiş.Yüzbin işçi yirmi yıl çalışıp o dairevi şehri, bugünkü Eski Bağdat'ıdünyanın suretine uygun olarak bu yüzden inşa etmişler. Merkeze el MansurCamii ile bir saray kondurup etrafına gökyüzündeki on iki burcun timsali olanon iki devlet binasını dikmişler. Dünyayı çevreleyen Kaf Dağı yerine, bu şehritam bir daire şeklindeki bir surla kuşatmışlar. Sonunda burası HalifeEfendimizin kuyuda gördüğü surete fazlasıyla benzemiş. Barışın hüküm sürdüğübu şehre Madinetü's Selam denmiş. Gelgelelim şehri kurmakla yükümlü ikimimardan biri işi gücü bırakıp, Bağdat'ın kuruluşunu anlatan bu masalı kurmuş.O gün bu gündür, bu masala İlk Bağdat Masalı denir.Gassal'ın sırrını açıklayan esrarengiz yazıları incelemkle meşgulbilginler, yaşadıkları bu şehri iki mimardan hangisinin kurduğuna kararveremiyorlardı. Dünyanın suretine göre dairevi şekil verilmiş olan EskiBağdat, giriş yasağına rağmen definecileri, tılsımcıları ve serüvencileri,sözün kısası dünyanın binbir haline âşık binbir türlü insanı bir girdap gibikendine çekiyordu. Geceleyin surlarını gizlice aşanları, yarıçapında geleceğigören kahinleri, ellerinde usturlabla yer tayin eden definecileri, mıknatıstaşıyla ay tozları toplayan simyacıları yutuyor, geriye masallarınıbırakıyordu. Bunlar İlk Bağdat Masal'ına ekleniyor, kâhinin, simyacının vedefinecinin boynu vurulmuş bedenleri yeraltında yatarken, ruhları bumasalıncüzleri olarak ay altında dar sokaklarda dolaşıyordu. Yeri geldiğinde lambaiçlerine, halı püsküllerine siniyor, fırsat bulduklarında ise yeni düşlere vetasarılara girip yeni masallar yaratıyorlardı. Yaşayan vârisleriyle ilk mimarne kadar köşk, kasır, kâşane ve saray yaparsa yapsın, Bağdat'ı ikinci mimarkadar büyütemiyordu.

Bilginlerin esrarengiz yazıları incelediği Darüssena, simyacıların,madrabazların ve daha nicelerinin düş gücünü azdıren bu dairevi şehrin Basrakapısının karşısındaydı. Bu binanın zemin katında, kendi kendine işleyenaygıtların yapıldığı, altını iki katına çıkaran formüllerin sınandığı,akıllara durgunluk veren silahların denendiği işlikler vardı. Burada aletlerinyayları kurulur, sarkaçlar koyverilir, pergeller döner, imbikler fokurdardı.İkinci katta ise bu âlemin gidişatına yön veren ilkeler incelenirdi. Hastamadenleri, saf halleri olan altına dönüştürecek eliksirin hassaları, kızistemek ve savaş açmak için uygun zamanları gösteren takvimlerin ayrıntıları,gezegenlerin tuzlar üzerindeki etkileri burada tartışılır ve sonucabağlanırdı. Üçüncü ve son kat ise, rafları kitaplar ve parşömenlerle tıka basadolu olan o kadar muazzam bir kütüphaneydi ki, burada Halid bin Yezid'in"Firdevs el Hikme"sini bulmak bile mümkündü. Bu binada ayrıca çatıdan bodrumakadar inen ve ağzında sağlam bir kapak bulunan bir "kuyu" vardı. On kulaçderinliğinde olan bu kuyunun dibinden gökbilimciler, bir düzenekle kapağı açıphava aydınlıkken bile yıldızları gözleyebilirlerdi. Küçük bir kalegörünümündeki Darüssena'ya bir casusun ya da parmağında zehir dolu bir yüzüklebir intahar fedaisinin sızması mümkün değildi. Çünkü buranın bir tek kapıdanbaşka girişi yoktu. Gündüzleri tavandaki delikten giren güneş ışığı aynalarvasıtasiyle bütün odalara, işliklere ve hücrelere yansıtılırdı. Kundakçılarave fedailere karşı türlü tuzaklar geliştirilmişti. Damda, avluda ya da içeridesık sık, ya Zühre'nin ışığının erbezlerini patlattığı bir Moğola, ya da mizaçdengesi bozulup gözleri taşa dönüşmüş bir Gazneliye, yahut madeni şişelerehapsolmuş Karmatlılara rastlanırdı.Bilginler, kurşun lahitten kalıbını aldıkları anlaşılmaz yazıları işteböyle bir yerde inceliyorlardı. Sabahtan bu yana kafa patlatmalarına rağmenvarabildikleri yegâne sonuç bunun, içinden kolayca çıkılabilecek bir işolmadığıydı. Esrarengiz metin şu ifadeyle başlıyordu:

"Hakikatin Efendisi günahkâra şöyle dedi:
'Sagdakilerin en üstünden soldakilerin enaltına inersen cehennemin kapısını bulursun''.

"Cehennemin kapısı", bilginlerin bir çoğunu korkutmamış değildi.Gelgelelim taşıdıkları muskaların onları bu uğursuz ibareye karşı koruyacağıapaçıktı. Yine de akıllarına binbir türlü düşünce geldi. Yazıldığına göreahrette, cennetlikler Peygamber Efendimizin sağına, cehennemlikler ise solunatoplanacaktı. Öyleyse sağdakilerin en üstünü ve şereflisi, soldakilerin enalçağı ve soysuzu olduğunda cehennemin kapısı ona açılacaktı. Buraya kadarherşey makul görünüyordu, fakat metnin geri kalan kısmına nasıl bir anlamvermek gerekecekti? Çünkü, Hakikatin Efendisinin sözünden sonra, tuhaf birYunancayla yazılmış bir metin başlıyordu:"en toutois e aitia tes melainas kolesesti filia kai o sitos o skleros. outos, nosogignetai e lupe en tuma kai en somati melainakole. aute kole mekanetai malista ton karkinonen geronti kai filomania en neania, osper outosfrontizei ten filen, siopei de dia tes emeras. oporos tou nosou melainas koles d'esti me melein,upaluskein de epitumia kai diagein radios, anagkeestein kuamon kai labraka, etera esti kakos.frontizetin dei ton kalon tina."Yunanca bir tıp kitabından alınmışa benzeyen bu metni bilginler şöyletercüme etmişlerdi:"Bu kilerde melankolinin nedeni aşk vekuru gıdadır. Böylece bu hastalıkta rufta kederve bedende kara bir safra oluşur. Bu kara safrayaşlılarda urlara, gençlerde ise aşk deliliğineyol açar, öyle ki, genç gün boyunca sevgilisinidüşünür ve susar. Melankoli hastalığının çaresiise kaygılanmamak, tutkudan kaçınmak ve rahatyaşamaktır. Baklagillerden ve lezzetli balıklardanyemek gerekir, başkaları kötü gelebilir. İyi birşeyi düşünmek icab eder."Melankolinin nedenlerini ve sonuçlarını açıklayan, tedavi ve perhizusulleri hakkında bilgi veren bu metin bilginlerin kafasını iyice karıştırdı.Bazıları bizzat bu hastalığın cehennemin kendisi olduğunu düşündüler. FakatGassal'ı yenilmez kılan güç, bu hastalığın neresinde olabilirdi? Sonundaiçlerinden biri, melankolinin de bir tür delilik olduğunu, herkesin bildiğigibi bazı delilerin olağanüstü güçlü oldukları için zincirle zorbelazaptedildiklerini söyledi. Gassal'ın Cabir'i deli kuvvetiyle yendiğine öncehiç kimse inanmak istemedi. Gel gör ki bir süre sonra, başka bir açıklamabulamadıklarından bu fikre sarılmak zorunda kaldılar ve olağanüstü birüzüntünün inanılmaz bir kuvveti nasıl sağlayabileceğini bulmaya çalıştılar.Öğle vaktine kadar henüz bir sonuca erişememişlerdi.

İhsan Oktay Anar/1996

Tasavvufda Edeb ve Ahlak



EDEB VE AHLAK
İslami hükümler genel olarak üç ana grupta incelenir. a. İtikat, b. İbadet, c. Ahlak. Aslında bu hükümlerin sahaları kısmen birbiriyle örtüşür. Geniş bir bakış açısından itikada ve ibadete ait hükümleri ahlaki hükümler içerisinde değerlendirmek de mümkündür. Bu sebeple peygamber efendimiz "güzel ahlakı tamamlamak için insanlığa gönderildim" buyurmuştur.Aşağıdaki ayet ve hadislerden de anlaşılacağı üzere geniş anlamda din, güzel ahlaktan ibarettir. Bu sebeple Cenab-ı Hakk Kuran-ı Kerim'de Efendimiz (s.a.v) hakkında; "Şüphesiz sen yüce bir ahlak üzeresin" (Kalem Suresi, 4) buyurarak onu övmüştür. Peygamber efendimizin ahlakı ise, Kuran-ı Kerim'in hayata tatbikinden ibarettir. Çünkü sahabe (r.anhum) Hz. Aişe (r.anha) validemize, efendimizin (s.a.v) ahlakından sorduğunda; onun ahlakının Kuran olduğunu söylemiştir. Peygamber (s.a.v) şu hadisi şerifi bu konuya işaret etmektedir."Beni rabbim terbiye etti ve edebimi güzel eyledi." Yine islam'da ahlakın ehemmiyetini efendimizin şu hadisleri de en güzel şekilde ortaya koymaktadır.: 1- "Din güzel ahlaktır." 2- "Müminlerin iman bakımından en mükemmeli ahlakı en güzel olanıdır." 3- "Bir mümin güzel ahlakıyla, geceleri ibadet eden gündüzleri oruç tutan kimselerin derecesine erişir." Edeb, lügatte sevilen şey, sevilen iş, nefsi gerektiği şekilde terbiye etmek, güzel ahlâk ile süslemek demektir. Sûfiyye dilinde: Kişinin kendinden yüksekte bulunan kimsenin haline göz dikmemesi, kendinden küçüğünü de hakir görmemesidir. Ahlak deyince insanın davranışları anlaşılır. İnsanın, dinin ve aklın ölçülerine uygun davranışına ise güzel ahlak denir. Güzel ahlak, edep diye de ifade edilir. Müridin kendisiyle, şeyhiyle, ihvanıyla ve sair insanlarla bulunduğunda riayet etmesi gereken âdabı vardır.
-Bu yazı Muhammed Emin Er'in 'ADAB RİSALESİ' adlı eserinden derlenmiştir